29 Ağustos 2013 Perşembe

Tahrik





Bırakın ince kavak seslerini şehrin içinde
paralar yaşlı kızların koynunda yatarken
bırakın köprülerin üstüne yağmur
ve basma perdelerden lânet bize.
Şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik
şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde
külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu
Sokaklar gittikçe katı bizim adımlarımıza
peşimizde bütün bahçeleri boşaltan ter kokusu
yankımız soyunup sevap rahatlığı alınan yataklarda
yürek elbet acıyor esvap değiştirirken
bizden artık akması beklenilen kan da aktı
kovulduk ölümün geniş resimlerinden.
Efsanelerden kovulduk
kan ve demir kelimeleri söyleyince
elbiseler içindeyiz, şehrin içinde
önümüz iliklenmiş, ayakkaplarımız bağlı
kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde
eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan
çiçek alıp eve götürüyoruz
bunun bir delilik olduğunu bile bile
en ıssız duyguların ucunda karakollar
asmaların altı tuzak ve tuzak caddelerde
külçeler yüklüyüz, çıkmak istiyoruz yokuşu
gözler kısılıp bakılıyor bize.
Biliniyor
bizim mahsustan yaşadığımız
biliniyor
şarkıların sırası bizde
biliniyor
hayat bizden razıdır
biliniyor
otların sarardığı yerlerde güneş
kurşunun değdiği tende heves kalmıştır.
                                                                                  İsmet Özel

23 Ağustos 2013 Cuma

bela

Tanrı’nın insana en mühim vergisi ‘varlık’tır.  
Varlığını devam ettirebilme kabiliyeti, ehemmiyet sıralamasında ikincidir.
Bu kabiliyet, yeme-içme; barınma-bürünme(güvende olma) ve üreme şeklinde ortaya çıkıyor.
Bütün bunlar birer beceri olduğu kadar birer ihtiyaçtır da… Yahut şöyle de dile getirilebilir: Bu kabiliyetlerde bir noksanlık olması, istenilen bir şey değildir.
Bahsi geçen ihtiyaçların doruğa çıktığı zamanlarda, Yaratan – İnsan ilişkisi en girift hâlini alıyor.
Kalbine korkular üşüşen insan, yakarış ile öfke arasında bir yere sıkışıp kalıyor. İnanç ile inkâr arasında bir yere…
Bir tarafta Yaratıcı’nın kendisine niçin sahip çıkmadığını açıklığa kavuşturamamış olmanın gerilimi, diğer tarafta  O’na artık hiç seslenemeyecek olmanın verdiği kara kabus bir yokluk korkusu ve yalnızlık…
Bir noktada kıssalar, öğütler devre dışı kalıyor. Açlık, korku yahut kısırlık ile yüz yüze kalanlar Yaratan’ın varlığını doğrudan tecrübe etmek istiyorlar.

Bazılarının aklından şu dahi geçmiyor değil: Biz yeryüzündeki insanlar, hep birlikte çıksak evlerimizden, ibadethanelerimizden, okullarımızdan, iş yerlerimizden ve ovaları, vadileri, dağları doldursak hepimiz birden ağlasak, bağırsak… 

17 Ocak 2013 Perşembe

Duyuru

Yazılarımı http://simeranya.net  adresinde yayınlıyorum.
Zaman zaman buraya da notlar düşebilirim.
(varsa şayet) Okuyanlara duyrulur.

19 Kasım 2012 Pazartesi

"keşiş yalnızlığının tafraları" ve Şair


"O ferah ve delişmen görünen birçok alınlarda
betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır..."


İnsanın başucunda yahut kitaplığında bir İsmet Özel kitabı ile uyuması zor iş. Adama ezâ çektirir. Yakasından paçasından çekiştirir. Asla rahat bırakmaz, unutmanıza müsaade etmez. Bir şeyleri hatırlatması için parmağa bağlanmış ip gibi… Fakat daima sıkıştıran, kangrene sebebiyet verecek kadar sıkıştıran bir ip. Kâle almazsanız parmağınızı koparmakla tehdit etmekten asla çekinmez. Ciddiyetle yaklaştınız diyelim. Bu sefer kalbinizi ve beyninizi sıkıştırmaya başlar. Bu kez öncekinden daha acımasızca…
Tereddütsüz güvendiğiniz biri, “su içtiğim tas bana merhaba dedi, duydum” derse ne söyleyebilirsiniz? Ben taslara kulağımı verdim. Üstelik bu adam, “keşiş yalnızlığının tafralarına” yüz vermemiş bir insan. Demem o ki John Maynard Keynes’ten kendi başına da nefret edebilir. Ama siz, bigâne kalır da nefret etmezseniz yahut bu işe yeltenir de gayretkeş olmaz iseniz karşınıza geçer ve karın kasları ağrıyana dek ödeyeceğiniz bedelin ağırlığını bağıra bağıra söyler yüzünüze karşı. Bunun farz-ı kifâye olduğunu düşünür.
Hayatı boyunca ‘kaval dinlediğine’ şahit olan yahut dilinde, ‘tuz yaladığına’ dair emareler gören yoktur. Etliye de karışır sütlüye de… Bunu vazife bilir. Bir kez olsun kulak verip söylediklerini dinlediniz mi artık rahat yaşayabilmeniz için ya hamâkat ehli ya da kâfir olmanız icap eder. Rahat ile hayat arasındaki kafiyeyi kullana kullana burun deliklerinizden içeri iki parmağını sokar ve tıpkı bir hayvanı deviriyormuşçasına serer sizi yere. Örseler… Tekmeler atar karın boşluğunuza, gerekirse kasıklarınıza bile… Çünkü “Yaşamak bir sanrı değilse öç alınmak gerektir”
                                                                                 

12 Kasım 2012 Pazartesi

sor

   Sohbet esnasında bir adam benden Yaratıcı ile empati yapmamı istedi. (yahut empati kurmak mı demeli?) Bu isteğini bir metafor teklifiyle beraber dile getirdi. Düşün ki aklı başında, 40 yaşına gelmiş bir sınıf öğretmenisin. Çocuklar senin önünde kavga ediyorlar, birbirlerinin haklarını gasp edip birbirlerini eziyorlar hatta öldürüyorlar. Sen de seyrediyorsun...
    Bu adam, bizim dünyadaki halimiz bundan ibaret midir yani? diye soruyor. (sanırım Yaratıcı karşısındaki hâlimiz bu mudur demeye getiriyor)
"Bir düşün!" diyor. Böylesi üstün bir varlık  bunu yapar mı?

Tereddütsüz cevaplıyorum: Hayır yapmaz!

"Peki nedir bu vaziyetimiz o halde?" diye sormaktan geri duracak gibi değil. O dursa ben duramıyorum. Soruların tehlikesinden kaynaklanan korku, etrafta konuşmamızı işitenlerin yüreğini sarıveriyor. Kâfir olmak korkulacak şeydir çünkü. Korkuyorlar haklı olarak.

Az evvel yemeğe hafif yüksek tonda bir "Bismillah" ile başlamış olmam şuur kaydırıcı.

Diyorum ki mesele bu kadar basit olmasa gerek. O da diyor ki son derece açık her şey. İnsanlar birbirlerini eziyorlar mı, evet eziyorlar.
Farkındayım bu durum mantıklı değil.
Diyorum ki şu an, bu ruh hâli ile söylenebilecek iki şey var:
Ya diyeceksin ki böyle bir üstün varlık yok ( o zaman, derhâl içine düşeceğin düşünce cehennemine kendini hazırla) ya da elbette Yaratıcı var ve fakat yaptıklarını anlamlandırabilmiş değiliz.

 Derler ki:
Bilgi elde etmenin (şimdilik) en temel 3 şekli vardır.
1) Akıl
2) Deney
3) Sezgi

Görülen o ki ilk iki yol, yukarıdaki sorulara cevap arama konusunda yaraya merhem olabilecek durumda değildir.
Üçüncü ile elde ettiğimiz bilgilerin hepsi kendimize ait.
Diyorum ki bütün bu olan bitenin mantıklı bir sebebi olmak zorunda değil.
Bu sorularla uğraşmak insanı mutsuz eder. Ekliyorum: Öteki türlüsü ahmaklar gibi her gün gülüp eğlenebilmeyi mümkün kılar. Ama şu anki hâlimiz tam bir trajedi...
"ama çekmediğimiz kalmadı sevdalardan"

Bunları, buraya böyle his yoksulu bir şekilde yazıyor olmaktan dolayı içimde hafif bir sızı hissediyorum.Galiba his yoksulu değilim.
Gömleğimin yenlerindeki düğmeleri çözüyorum. Öğle namazının vakti geçeçek...

"Arayı arayı bulsam izini..."

7 Ağustos 2012 Salı

Kayıtsızlık


Bugün, ‘insan’dan bahsederken yepyeni bir şeyler söylemeye imkan var mı bilmiyorum ama daha ilk satırlarda, okuyanın, okumaktan vazgeçmesi ihtimalini göze almakta sakınca görmüyorum. Sakınca görmüyorum çünkü insanın bu dünyadaki hâlini kendime konu edinmek mecburiyetindeyim. Çaresizim. Bu mücadeleyi bitirmeden herhangi bir cepheye koşamayacağımı anladım. 

Diyorum ki biz (insanlar), bir gün (sırtlamaya gücümüzün kesinlikle yetmeyeceği) koskoca bir kayayı kaldırmak zorunda kalsaydık ama bu, nefes almak kadar mecburî, en az onun kadar tabii olsaydı. Kaldırmadığımız takdirde uğrayacağımız zararın, aksi durumda uğrayacağımız zarardan daha büyük olduğunu da kesin olarak bilseydik tereddüt etmeden biz bu mecburiyeti unuturduk. Unuturduk çünkü biz bu çatışma ile başa çıkamazdık.
Yeryüzünde, mantık dairesi içinde(fikrimce ibadetler bu dairenin dışındadır) yaptığımız hemen her şey, ölümü unutmak içindir. Bu kaya kalkmaz. Öyle tahmin ediyorum ki (inancı ne olursa olsun) hiç kimse; kâinat denilen bu organizasyonun, bu yapının, hatta varlığın, var oluş gerekçesi konusunda aklını ikna edebilmiş değildir.
İkna olamayan akıl, (biz âvâmın tâbiri ile) çömelerek sırtını soğuk bir duvara dayamış ve karşısındaki kayaya hiç bakmadan, kayıtsızca sigarasının tellendiriyor. Bu kayıtsızlığın gerekçesi açıktır: O kaya kalkmaz ama kalkacak.

“Ölmeden önce ölmek”ten bahis açmanın tam yeri olsa da bunu yapmayacağım.

“Sanman ki taleb-i devlet ü câh etmeye geldik
         Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik”  \ Yenişehirli Avnî

هسین                                                                                                                                       

24 Temmuz 2012 Salı

“Kitap okumak çok zevkli” değildir


Vasıta maksat haline gelmişse bir arızanın varlığına hükmetmek gerekir. Bu ne demek oluyor şimdi? Açıklamak çok zor değil. Karnını doyurmak isteyenin kaşığa ve tabağa aşık olması hastalık belirtisidir, demeye çalışıyor ilk cümle. Zannediyorum ki kaşığın ve tabağın gözlerine baka baka yemek vaktini geçirmenin bedeli açlıktır, demeye gerek yok. Mevzuyu kitap ekseninde kısaca ele almak istiyorum.
Mütevazı köşelere mahkûm ve böyle olmaktan mesut bu yazıyı okuma zahmetini gösteren zihinlere, okuma faaliyetinin faydalarından bahsedecek değilim elbette. Şunları söylemeye çalışıyorum:
“Kitap okumak çok zevkli” , “Keyif alıyorum kitap okumaktan”, “Haz duyuyorum elime kitabı alınca” şeklinde kurulmuş cümleler, meselenin kendisine değil onu işaret eden parmağa odaklandığımızı gösteriyor ya da parmağın işaret ediş şekline, üslubuna hayranlığımızı…
Okumaktan haz almak başlangıçta güzel bir hâl ise de bunun sürekli hale gelmesi iyiye işaret değildir düşüncesindeyim. Hazzı tanımayan zihinlerin buna karşı çıkacağını düşünüyorum ama bilinmelidir ki zevk tükenebilen, tüketilebilen bir şeydir. Tüketilmeyen ne var ki şu dünyada…
Tüketilemeyen ne var? Bunu anlayabilmek için insan denilen varlığın sürekli hâle getirdiği davranışları irdelemek gerekir. Çünkü onlar tükenmemiştir. En başından beri sürekli yaptığımıza emin olabileceğimiz birkaç faaliyet var: Yaşamaya devam etmek, üremek, inanmak…
Nefes almaktan zevk alıyorum diyen duydunuz mu? Duymazsınız. Dile getirilir türden bir zevk değildir çünkü. Buna lüzum yoktur. Bu yüzden yok olmayacak bir davranış biçimidir. İyi ya okumayı, öğrenmeyi nefes almaya eş değer hale getirdik mi ondan haz almak gibi bir durumumuz da olmaz.