11 Ağustos 2011 Perşembe

bilinmek

    Yazılarımızı "anlam" merkezli yazıyoruz. Bu sebeple, varlığına şüphe duymadığımız Yaratıcı ile yarattıkları arasındaki münasebeti de "anlam" merkezli ele almaya, düşünmeye çalışacağım. 
     Tekrara düşmek pahasına şunları söylemeliyim:  Anlama kabiliyetine sahip iki bilinçli varlığın anlaşabilmesi için bu iki varlığın anlaşma vasıtası olan kelimelere aynı anlamı yüklemesi şarttır ve bu sözünü ettiğimiz iki bilinçli varlık eğer insansa "anlaşmak" mümkün değildir. Çünkü aynı kelimeden aynı mânâya ulaşmamız imkan dahilinde değildir. (Bu durumun gerekçesini ve ayrıntılarını -bir önceki- Tecrübe Farkı başlıklı yazıda belirtmiştik)
     Bizi anlayabilecek bilinçli varlık, bizim her ânımıza vâkıf olmalıdır. Ancak bu şart ile mümkündür anlaşmak. Şahsî olarak en büyük derdim şu ki: Gün be gün ölüyorum ve anlaşılmadan, anlamadan gitmek istemiyorum bu dünyadan.
    Sürekli aynı sözlerin tekrarı ile can sıkıcı bir metin oluşturduğumu hissetsem de söylemeliyim: Ben bu dünyayı, içindekileri ve dışındakileri her zerresine kadar anlamak istiyorum. Bilmek istiyorum. Dahası ben bilinmek istiyorum. Bir varlığım ben. Var Eden'in varlığına istesem de istemesem de delilim.
     Yaratılış hadisesini sadece somut varlıklar üzerinden düşünmediğimi hemen burada belirteyim. Buradan yola çıkarak "dil" denen anlaşma vasıtasının da Yaratılmış bir varlık olduğunu ve fakat insanların "dil" denen bu araç üzerinde bir takım değişiklikler yaptığını düşündüğümü de söyleyeyim. Tabii ki 23 yaşında bir gencin (dil üzerine) kendi ürettiği düşünceler değil bunlar. Okuduğu bilgi kırıntılarından yola çıkarak düşündüklerini paylaşıyor.
      Konuştuğumuz dillere ve bizim her ânımıza vâkıf bir tek varlık olabilir: O da bizi var ettiğine inandığımız Yaratan'dır. Benim Yaratan Rabbimiz ile olan münasebetim en çok "anlaşılmak" üzerindendir. Öyle tahmin ediyorum ki hemen hepimizin durumu böyledir.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Tecrübe Farkı

    İletişim kurmak için bir vasıta (dil) kullandığımızı söyleyerek işe başlamalıyız. Zira aksi mümkün değildir. Sözlü dil, yazılı dil yahut işaret dili... Ama muhakkak bir dil. İlk cümlede yalnızca bir öge olan vasıta kelimesinin altını çizmek lazım. Dil, anlaşmanın kendisi değil vasıtasıdır, kelimeler düşünce ve duygulara giydirilmiş birer kılıftır. İşte burası önemlidir. Daha evvelki yazıda belirttiğimiz ilke, bir ân iki kez yaşanmaz ilkesi, insanların birbirlerini anlayabilme imkanını muazzam derecede kısıtlamaktadır. Açıklamaya çalışalım: Anlamlı olmak kaydı ile en küçük yapı olan "kelime", biz insanlar için çok önemlidir. Hepimiz, bildiğimiz her bir kelime ile ilgili en az bir yaşantıya, tecrübeye sahibiz. Söz konusu bu tecrübe, kesin olarak başkalarının tecrübelerinden (aynı kelime ile alakalı tecrübelerinden) farklıdır. Tekrar etmek gerekirse ki gerekir : Bir ân iki kez yaşanmaz.
    Kelimeyi öğrendiğiniz bağlam: annenizin gözlerinize o anki bakışı, kırlangıçların o anki kanat çırpışları, bulutların   gökyüzüne dağılışı vs. hepsi o an için ve bir kereliğine o haldedir. Ve bahsi geçen etkenler muhakkak ama muhakkak kelimeye dair algınızı, hislerinizi, düşüncelerinizi etkiler.
     Saydığımız sebeplerden dolayı aynı kelimenin farklı insanlarda farklı etkiler bırakması kaçınılmazdır. Hâl böyleyken bir insanın başka bir insanı tam mânâsıyla anlayabilmesinden söz edilemez. Derdimizi, duygu ya da düşüncemizi anlatmak için seçeceğimiz her kelimenin karşımızdaki insanda, (kelimeye dair tecrübe farkından ötürü) bizde bıraktığı etkiyi bırakmıyor oluşu, bir ihtimal değil; su götürmez bir gerçektir.
      Netice itibarı ile iki kişi aynı hayatı yaşayamayacağından  , herhangi iki insanın birbirini anlayabilmesinin söz konusu olamayacağı düşüncesindeyiz.
Bir sonraki yazının Var Eden'le, Var edilen arasındaki ilişki üzerine olması gerekiyor.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

okumaktan mânâ ne ?

Hiç kuşkusuz "anlamak."
İyi ama neyi anlayacağız?

     Her şeyin evvelinde söylenmesi gereken şu : Yaşamak sandığımızdan çok daha ciddi bir iş/miş. O kadar önemli ki tek bir hayat yaşayarak bunu "anlamak" mümkün değil sanki. Muhakkak, bunca varlığın vâr olmasının geçerli bir sebebi olmalı. Peki ama ne?
    Tek bir hayat yaşayarak anlamanın mümkün olmadığını söylerken kastımız yalnızca ömür denilen sürecin kısalığı değildir. Biz, yaşadığımız yüzyıl gereği bazı deneyimleri elde edebilme imkanına sahip değiliz. Evliya Çelebi, Anadolu'nun baştan başa orman olduğunu görmüş. Biz bunu nasıl görebiliriz ki? Kızılderililer makosenleriyle basmışlar yeryüzüne, dedelerimiz çarıkla... Bizim böylesi imkanlarımız da yok. Bizim başka türlü imkanlarımız var veya imkansızlıklarımız.
    Mümkün değil Urartular zamanındaki bir gençle aynı hisleri paylaşabilmem. Yahut Gazalî'nin bir bilgisayar ekranı başına oturmuş olması ihtimal dahilinde değil. Denilebilir ki nihayetinde insan yine insan. Evet hiç tereddütsüz öyle. Ama şuuraltımız farklı, zaman algımız farklı, en önemlisi de kelimelerimiz farklı... Bunun etkileri tahmin edilemeyecek kadar fazladır. En temel hazlarımızda bile kendini hissettirir bu.
     Hâl böyle iken "okumak"tan mânânın "anlamak" olduğunu da söylemişken, neyi anlayacağımız sorusuna şu cevabı vermekte tereddüt etmemek lazım : (Bir ân iki kez yaşanmaz ilkesinden hareketle) Yaşayarak  vâkıf olmamız ihtimal dahilinde olmayan  diğer hayatları "anlamak."
    Bana göre temel gaye budur. Tabii bu, insan yazımı/yapımı kitaplar/anlatımlar için geçerli bir tanımlamadır. Kutsallığına (gönülden) inandığımız metinler (Kuran-ı Kerîm) için apayrı bir yazı kaleme almalıyım.
Sonraki konu başka insanları anlamanın imkanı üzerine olmalı.

2 Ağustos 2011 Salı

Arayış-2

    Önceki yazımda, "zaaf" adı altında bahsettiğim engelleri kısaca açacak olursak:
   Hakikat arayışında bir genç olarak (ki aslında bu benim olduğum değil olmayı istediğim şeydir), arayışım sırasında yalnızca genç olduğum için bir takım zorluklarla karşılaşıyorum. Söylemek niçin hata olsun, bu zorlukların en çetini ve beni en çok yoranı bedenimle olan mücadelelerimdir. Bunlardan birincisi vücudumun beni zorladığı cinsel, diğer tabiri ile şehvanî istekler; ikincisi ise yeme-içmede aşırıya gitme konusudur.
Bu ikisinin birbiriyle sıkı ilişki içerisinde olduğunu söylemekte de bir sakınca görmüyorum. Bunlara hakim olamadığım zamanlar cinayet işlemiş kadar büyük bir suçluluk duygusu yaşıyorum. Ve şehvetim ya da yeme içme arzularım bana hükmetmeye başlayınca "düşünmek"ten uzaklaşıyorum. Doğrusu hakikat arayışımdan uzaklaşıyorum.
    Sözünü ettiğim bu hisler bana bir süre hâkim olduktan sonra bir pişmanlık duygusu oturuyor bütün hücrelerime. Bu duygu, Beni âdeta yıkayıp temizliyor. Yeninden hakikat üzerine düşünmeye başlıyorum bu sayede. Bu durum son bir iki yıldır bu şekilde süregeliyor.
  Okumaya ve öğrenmeye çabaladıkça aldığım haz da yer yer beni tedirgin ediyor. Çünkü haz varsa doyum mutlaka vardır. Ya bir yerde doyarsam?
   Bu yazıdan murâdım bana engel olan şeylere bir çözüm aramak değil, bu "şey"lerin neler olduğu konusunda kısa bir tespit yapmaktı. Bir sonraki yazı okumak üzerine olmalı.